Ana Sayfa / Yazılar / Oniki İmam / Hz. İmam Aliyy’ür Rıza

Hz. İmam Aliyy’ür Rıza

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, Hicret’in 150. yılında Zilkade ayının 11. gününde Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, valideleri Tâhire hatundur.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’nın künyeleri “Ebû’l-Hasan”dır. Lâkapları “Rızâ, Sâbir, Radıyy, Zekiyy” ve “Veliyy”dir. En meşhur lâkapları “Rızâ”dır. Allah-ü Taâlâ’ya ve Peygamberine râzı olduklarından, herkesin râzılığını kazandıklarından dolayı, bu lâkapla anılmışlardır.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’nın 4 erkek 1 kız olmak üzere 5 evlâdı olmuştur. Soyları Hz.İmâm Muhammed’ül Takiyy’ül Cevâd’tan yürümüştür. Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, babaları Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım’ın Hak’ka kavuştuklarında, 31 yaşındaydı.

Hz.İmâm Mûsâ-i Kazım’ın ashâbından Muhammed bin İshak, Hz.İmâm’a;
“Dînimin esaslarını kimden öğreneyim, bana uyacağım kişiyi bildirmez misin?” dedim.
Hz.İmâm:
“Oğlum Ali’dir” buyurdular.

Esasen Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım’da, kendilerinden sonra oğlu Aliyy’ür Rızâ’nın, imâm olacağını birçok vesilelerle ve birçok defa söylemişlerdi.

Bir gün Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, ashâbının ileri gelenlerini toplamış, onlara;
“Biliyor musunuz, sizi niye çağırdım” buyurmuştur.
“Bilmiyoruz” demeleri üzerine, oğlu Aliyy’ür Rızâ’yı göstererek;
“Bu oğlum vasîymdir; benden sonra yerime o geçecek, halîfem o dur. Kime borcum var ise o ödeyecektir.” buyurmuşlardır.

Bir gün de evlâdına, Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’yı göstererek;
“Bu oğlum” buyurmuşlardır; “Âl-i Muhammed’in bilginidir.”

Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım, babaları Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’ın kendilerine;
“Âl-i Muhammed’in bilgini senin sulbünde; O Emîr’ül-mü’minîn adaşıdır, keşke onun zamanına erişebilsem” diye buyurduklarını, rivâyet ederler.

İbrahim bin Abbas’is-Savli der ki:
“Hiç kimseyi görmedim ki Hz.İmâm Rızâ’ya bir soru sorsun da cevâbını almasın, ondan bilgin bir kimseye rastlamadım. Me’mûn, ona her hususa ait sorular sorar, adeta onu imtihana çeker, fakat her sorusunun da cevâbını alırdı. Ondan üstün bir kimseyi ne gördüm, ne işittim. Sözleriyle, hareketleriyle hiçbir kimseyi incitmemiştir. Söyleyeni, sözü bitinceye kadar dinler, kimsenin sözünü kesmezdi. İhtiyacı olup da kendisine baş vuran mahrum dönmezdi.

Hiç kimsenin yanında, ayağını uzattığı görülmemiştir. Hizmet edenlerine bile kötü söz söylediği, kötü muamelede bulunduğu olmazdı. Yemeklerini kendisine hizmet edenlerle yer, seyisini bile sofrasına oturturdu. Sadakası pek boldu. İhtiyaç sahiplerine, muhtaç oldukları şeyleri geceleyin gizlice kendisi götürür, kim olduğunu bildirmeden verir, dönerdi. Her ayın üç günü oruç tutardı. Gece namazını pek bırakmazdı. Gece uykusu pek azdı.”

Hârun’ür-Reşid, Hicri 193. yılında 44 yaşında öldü. 23 yıl hükümdarlık etmişti. Zamanı, İslâm tarihinin ilim, fen, sanat ve edebiyat bakımından en ileri devri olmakla beraber; zulüm, kahır, sefâhat ve sefâlet bakımından da en karanlık devriydi.

Hârun’ür-Reşid’in ölümünden sonra oğlu Emin saltanat tahtına oturdu. Hârun’ür-Reşid, Emin’i velîahd yapmış, ondan sonra da kardeşi Me’mûn’un, hükümdar olmasını kararlaştırmıştı. Emin, hükümdar olunca kardeşi Me’mûn’u velîahdlıktan azletti. Çünkü saltanatı oğlu Abdullah’a bırakmak istiyordu. Emin bu konuda kendisine engel olmak isteyen kimseyi dinlemedi ve kardeşi Me’mûn’u ortadan kaldırmak için, ordusunu üzerine gönderdi, fakat ordusu bozuldu ve kendisi Hicri 198. yılında öldürüldü. Başı, kardeşi Me’mûn’a gönderildi.

Rivâyete göre Me’mûn, kardeşi Emin’le savaşırken ona üst olursa, halîfeliği Hz.Ebû Tâlib soyundan en üstün birisine vermeyi adamıştı ve bu konuda şöyle söylediğini bildirirler:
“Yeryüzünde Hz.İmâm Rızâ’dan daha üstün birini bilmiyorum.”

Halîfe Me’mûn kardeşi ile olan savaşı kazandıktan sonra, Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’ya bir mektup göndererek, hilâfeti kendilerine terk edeceğini bildirdi. Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ birçok sebepler ileri sürerek bu teklifi kabul etmediler. Me’mûn, Medine Vâlisine bir mektup gönderek Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’yı, Kûfe ve Kum yoluyla değil de Basra ve Ehvaz yoluyla, Merv’e göndermesini emretmişti.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, Hicret’in 201. yılında Mekke’den hareket ettiler. Hz.İmâm Nişabur’a gelince şehrin büyükleri onları karşıladılar. Bilginler nöbetle Hz.İmâm’ın bineklerinin yularını ellerine alıyorlar, halk her yandan bu muhteşem alayı karşılıyordu. Ertesi gün hareket ettikleri sırada Horasan’ın ünlü bilginlerinden birkaçı, Hz.İmâm’ın katırlarının yularını tutup and vererek, bir hadîs rivâyet etmelerini istediler.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, mahâfilden başlarını çıkarıp şu hadîsi beyân buyurdular:
“Babam Mûsâ bin Cafer-il Kâzım bana dedi ki; babam Cafer’üs Sâdık buyurdu; babam Muhammed’ül-Bâkır bana; babam Ali bin Hüseyin Zeynel Âbidin söyledi dedi. O da, babam Hüseyin bin Aliyy’iş şehit bana; babam Emîr’ül-mü’minin Ali bin Ebû Tâlib dedi ki, buyurdu; kardeşim ve amcamın oğlu Abdullah oğlu Muhammed buyurdular ki; bana Cebrâil söyledi; O da noksan sıfatlardan münezzeh ulu Allah’tan duydum, buyurdu ki; «Allah’tan başka yoktur tapacak (Lâ ilâhe ill’Allah). Bunlar benim “Ehl-i Beyt’im”dir. Kim “Ehl-i Beyt’ime” dahil oldu ise azâbımdan emindir»”

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ bu hadîs-i şerifi, altın zincirle yani “Ehl-i Beyt” yoluyla Allah-ü Taâlâdan, Cebrâil vasıtasıyla Hz.Peygamber’e; ondan, babadan oğula hep imâmlar yoluyla gelen bu hadîs-i kudsîyi buyurmuşlar ve hadîs’e şu sözleri eklemişlerdi: “Fakat şartlarıyla; bende onun şartlarındanım.” Bu sûretle imâmetin dindeki yerini bildirmişlerdi.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, gideceği yere varınca kendilerini o günkü halîfe Me’mûn, veziri, bilginler, seyyidler ve Abbas oğulları soyuna mensub olanlar karşıladılar. Hz.İmâm, Me’mûn ve veziri ile saraya vardılar.

Birkaç gün sonra hilâfet meselesi konuşulmaya başlandı. Me’mûn, hilâfeti Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’ya vermek istiyordu. Hz.İmâm, bunu kabul buyurmadılar, hatta halka duyurulmamasını istediler. Bunun üzerine Me’mûn, velîahdlığı kabul buyurmalarını istedi ve bu hususta hiçbir özrünün kabul edilmeyeceğini bildirdi.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, bu zorlama üzerine memleket işlerine karışmamak, hiçbir sûretle bir işe dair emir vermemek, hiçbir kimseyi bir vazifeye tayîn etmemek ve vazifeden azletmemek şartlarıyla velîahdlığı kabul buyurdular. Bu husustaki görüşüp, konuşma birkaç hafta sürmüştür.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, bu iş için;
“Allah’ın benim ve sizin hakkınızda yapacağını, iradesinin ne olduğunu bilmem, hüküm ancak Allah’ındır” buyurmuşlardı.

Halîfe Me’mûn, bu velîahdlığı bir fermânla tesbit ettirdi. Hicri 201. yılında yazılan bu fermâna Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, şu cümleleri yazıp imzalarını attılar:
“Rahmân ve Rahîm olan Allah adıyla dilediğini yapan Allah’a hamdolsun; hükmünü değiştiren, takdirini reddeden yoktur. O gözlerde gizlenen kötülükleri gönüllerde örtülü olan işleri bilir. Selâvat, Peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberi Muhammed’e ve onun tertemiz soyuna.”

Yazılan fermân, bütün ileri gelenler tarafından imzalandı. Me’mûn, bütün ileri gelenlere, Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’ya velîahd sıfatıyla bey’at etmelerini emretti. İlk bey’at eden, Me’mûn’un oğlu Abbas’tı. Ardından bütün devlet erkânı, Abbas oğullarının belirli kişileri, Horasan halkı, Hz.İmâm’a bey’at etti. Hicri 202. yılında halîfe Me’mûn, Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’ya; “Halka bayram namazını kıldırmasını” ricâ etti. Hz.İmâm’ın özür dilemesine karşılık ricâlarını sürdürdü.

Bunun üzerine Hz.İmâm:
“Öyleyse” buyurdular;“Ceddim Resûlullah’ın sünnetine uyacağım.”

Me’mûn da, herkes de, namaza nasıl gidilecek, namaz nasıl kılınacak merak içindeydi. Emevilerin, Abbas oğullarının zamanlarında, halîfelerin namaza gidişleri bir debdebe, bir tantana, bir ululuk göstergesiydi. Halîfe, altınlarla mücevherlerle süslü bineğine biner, en yeni en ihtişamlı elbisesini giyer ziynetlere gark olup çıkardı. Hademi-Haşemi de aynı tarzda kendilerini halka gösterirlerdi.

Halîfe Me’mûn, bayram namazını kıldırması için hususi bineğini Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’nın bulunduğu dairenin kapısına, kullarla-kölelerle göndermişti. Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, bayram sabahı evden çıktılar. Üzerlerinde beyaz bir pamuk gömlek, başlarında sarık vardı. Ayakları yalındı, ellerinde de bir asâ vardı. Ashâbı ve yakınları da bu tarzda giyinmişlerdi. Biraz yürüyüp durdular ve “Allâh-ü Ekber” diye tekbir getirdiler. Tekbir sesini duyan herkes, bir ağızdan tekbir getirdi. Me’mûn’un adamları, Hz.İmâm’ı bu halde görünce, onlarda bineklerinden indiler, ayakkabılarını çıkardılar, yalın ayak yürümeye koyuldular. Hz.İmâm, bir müddet namaz-gâha doğru yürüyorlar sonra durup tekbir getiriyorlardı. Her yandan gelip toplanan halk da bir ağızdan tekbir getiriyordu. Herkes ağlamaktaydı ve heyecan içindeydi. Âdeta bütün şehir Hz.İmâm’la beraber yürümekte, Hz.İmâm’la beraber tekbir getirmekteydi.

Vezir Fazl, koşup bu hâli Me’mûn’a anlattı;
“Bu böyle giderse ne olacağı bilinmez” dedi.

Halîfe Me’mûn, Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’ya birisini göndererek;
“Size zahmet verdik, makamınıza dönün, namazı her vakit kıldıran kişi kıldırsın” buyruğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz.İmâm ayakkabılarını istedi, giyip makamına döndü. Halk da me’yus bir hâlde dağıldı.

Hicri 199. yılında Halîfe Me’mûn’un emriyle adamları çeşitli eyaletleri ele geçiriyor, buralarda hüküm sürüyorlardı. Bağdat’da da ayaklanmalar olmuştu. Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’nın velîahdlık emri Bağdat’a bildirilince, Bağdatlıların bir kısmı bu emre uydu, bir kısmıysa Abbas oğullarına bağlılıkları yüzünden bu emri dinlemediler ve aynı yılın son ayında Me’mûn’u halîfe tanımadıklarını açıkladılar; yerine amcası Mehdî’nin oğlu İbrahim’i halîfe tanıyıp ona bey’at ettiler.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, duyduklarını Me’mûn’a bildirdiler;
“Halk” buyurdular; “Senin hareketlerini, beni velîahd yapmanı beğenmiyor; Bağdat’da savaş başladı, bana da öğüt vermek vâcîb oldu, yakınlarından da memnun değiller.”

Halîfe Me’mûn, Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’nın sözlerine uyup, Bağdat’a gitmeyi kararlaştırdı. Veziri de, kargaşalık yatışıncaya kadar Horasan’da kalınmasına taraftardı; fakat sözünü dinletemedi.

Sonunda Me’mûn, veziri ve Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ Irak’a yöneldi, birkaç konak aşıldıktan sonra, Veziri Fazl, bir hamamda üç kişi tarafından öldürüldü. Vezir Fazl’ı öldürenler tutulup Me’mûn’un yanına getirilince, halîfe Me’mûn’un yüzüne karşı; “Senin emrinle öldürdük” dediler. Me’mûn da onları öldürttü. Bu olay Serahs şehrinde oldu.

Tûs şehrine yedi konaklık yer kalmıştı ki, Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ hastalandılar. Tûs’a varılınca hastalık daha da şiddetlendi. Me’mûn hergün iki kere gelip Hz.İmâm’ı dolaşıyordu; kendisi de hastalanmıştı, yahut hastalanmış görünmek istiyordu.

Rivâyete göre; Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’da, Me’mûn da yedikleri yemekten hastalanmışlardı. Bu hadiseden sonra halîfe Me’mûn iyileşmiş, Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, zehirli yemeğin tesiriyle iyileşemeyip Hak’ka kavuşmuşlardır. Bu konuda birçok kaynaklar da Hz.İmâm’ın, halîfe Me’mûn tarafından, zehirlettirildiklerini bildirirler.

Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ, Hicret’in 203. yılında (Milâdi 818) Safer ayının 29. gününde Hak’ka vuslat etmişlerdir. Hz.İmâm’ın ömürlerinin müddeti 50 yıldır. Hz.İmâm Aliyy’ür Rızâ’nın kabri, İran’ın Tûs şehrinin Senâbâd köyündedir.

Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Muhammed’ül Takiyy’ül Cevâd’a intikal etmiştir.
En doğrusunu Allah bilir.

Vecîzelerinin Bir Kısmı

  • Akıllı, her insanın dostudur.
  • Bir Müslüman aklı, onda on hûy olmadıkça tamamlanmaz:
    Ondan ancak hayır umulur. Halk onun şerrinden emindir. Başkasında gördüğü iyi şeyleri büyütür de kendi yaptığı iyi işleri küçük ve az görür. Ona biri muhtaç olursa, bundan dolayı bir kibir duymaz. Ömrünün uzun oluşu, onu devamlı bir şekilde daha fazla bilgi edinmekten alıkoymaz. Onun için, Allah için fakirlik, zenginlikten çok daha kıymetlidir. Allah için fakir düşmek, yükselmekten daha iyidir. Sabırlıdır. İstediği şeye saldırmaz. Gördüğü kimse için «Belki benden daha hayırlıdır» der. Çünkü insanlar iki kısımdır: Bir kısmı ondan daha hayırlı, bir kısmı ise ondan daha hayırsızdır, bunu bilir. «Belki onun hayrı gizlidir de benden yücedir. Benim ise hayır bildiğim şey kötüdür» diye düşünür. Kendisinden daha hayırlı bir kimse ile tanıştı mı, ona büyük saygı gösterirse kendi derecesi de artar. Hayırlı daha temiz olur. İyi bir adla anılır. Zamanın ulusu olur.
  • Cenâb-ı Hak mal ziyanı etmeyi (isrâfı), fazla mal istemeyi ve dedikoduyu sevmez.
  • Cömert olan, bir yere davet edildi mi, benim de yemeğimi yesinler diye o davete gider. Hasis kişi ise sonra benim de yemeğimi yemek isterler düşüncesiyle, daveti kabul etmez.
  • Çok namaz kılmak, çok oruç tutmak ibâdet değildir. İbâdet, Allah’ın yaptıklarını ve emirlerini çok düşünmektir.
  • Dünyada şunlar yoktur: Hasis insanın rahatı, hased edici kıskancın, dünyadan zevk ve lezzet alması, çabuk usananın vefâsı, yalancının insanlığı.
  • Ecel, isteğin âfetidir. İhsânda bulunmak, tedbirli insanın kazancıdır. İleri gidiş, kuvvet sahibinin felâketidir. Hasislik, şerefi alır götürür. Halkın en ulusu, iyilikte bulunanı; İyilikte bulunanın yardımına koşanı, yardım umanın ümidini gerçekleştireni, bir şeyi isteyenin isteğini yerine getireni, hayatta iken dostlarının, öldükten sonra da arkasından ağlayanların çoğalmasını isteyen ve buna göre davranan kişidir.
  • Her insanın baş düşmanı bilgisizliktir.
  • Her kim yaptıklarının muhasebesini kendi kendine yaparsa, bundan ancak kârlı çıkar. Kim bundan gaflet ederse sonunda zarar görür. Korkan ve çekingen emniyeti bulur. İbret alan görüş sahibi olur. Görmesini bilen anlar. Anlayan bilir. Bilgisiz dost, insan için sıkıntıdır. Malın en kıymetli olanı, insanın şerefini koruyan maldır. Aklın üstünü, insanın kendisini olduğu gibi bilmesi tanımasıdır. Îman sahibi kızdı mı, temkini elden bırakmaz da hiddeti aşmaz. Râzı oldu mu, bâtıla boyun eğmez. Gücü yettiği zaman da hakkından fazlasını almaz.
  • İnsanların hayırlıları şunlardır: İyilik ettiler mi sevinirler. Kendilerine karşı işlenen suçu bağışlarlar. Kendilerine bir şey verildi mi, şükür ederler. Bir felâkete uğradılar mı sabrederler.
  • İnsanlığı artan kimse herkes tarafından öğülür. Fakat o buna kıymet vermez.
  • Susmak, hikmet kapılarından bir kapıdır. Susmak, sevgi kazandırır. Susmak, her hayırlı işin kılavuzudur.

Ayrıca Bakınız

Veysel’den Nutuklar

Ben giderim adım kalırDostlar beni hatırlasınDüğün olur bayram gelirDostlar beni hatırlasın Can kafeste durmaz uçarDünya …