Ana Sayfa / Yazılar / Oniki İmam / Hz. İmam Muhammed’ül Bakır

Hz. İmam Muhammed’ül Bakır

Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, Hicret’in 57. yılında, Safer ayının 3. günü Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmişlerdir. Babaları Hz.İmâm Zeynel Âbidin Ali’dir, anneleri Hz.İmâm Hasan’ın kızları Fâtıma’dır. Böylece hem baba, hem ana tarafından soyları Hz.Ali’ye ulaşmaktadır.

Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın künyeleri “Ebû Cafer”dir. Lâkapları “Bâkır”dır. Bâkır; “Yaran, açan” anlamlarına gelmektedir. İlmi, hikmeti yarıp açtıkları, bilgi de kendilerine bir engel, bir sınır tasavvur edilemediği, ilmi tamamıyla kavradıkları cihetle bu lâkapla anılmışlardır. Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır’ın 4 erkek, 3 kız olmak üzere 7 evlâtları olmuştur. Soyları, Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’tan yürümüştür.

Babası Hz.İmâm Zeynel Âbidin’in Hak’ka kavuşmasından sonra imâmeti devr alan Hz.İmâm Muhammed Bâkır, babasının yolundan hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ayrılmamıştır. Hz.İmâm kendisine başvuran ihtiyaç sahiplerini her zaman dikkatle dinlerdi ve onları hoşnut edebilmek için elinden gelen gayreti sarfederdi. Onlar da Hz.İmâm Muhammed Bâkır’dan râzı olurlardı.

Hz.İmâm Muhammed Bâkır, gayet doğru sözlü, halûk, iyilik sever bir zattı. Onunla bir defa konuşan hemen tesirinde kalırdı. Aynı zamanda ihsân bakımından, dünyanın eli en açık kimsesiydi. Vaktini ya ibâdetle, ya ilim tahsil etmekle, ya bildiği şeyleri başkalarına öğretmekle, ya kendisine başvuranlara doğru yolu göstermekle, ya da muhtaçlara ihsânda bulunmakla geçirirlerdi. Hayatı da hep bu çalışmalar içinde geçmiştir.

Zamanında yaşamış olduğu bütün âlimler, Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın ilim bakımından yüksekliğini kabul etmekte ittifak etmişlerdir.

Bir seferinde Kur’ân-ı Kerîm’de geçen; «Bilmiyorsanız, bilmediklerinizi zikir ehline sorunuz» şeklindeki âyetin manâsı kendisine sorulmuş, Hz.İmâm da şu cevâbı vermiştir: “Zikîr ehl-i biziz.” Bu söze yanındaki âlimlerden hiçbiri itiraz etmemiştir. En tanınmış din âlimleri, zaman zaman halledemedikleri meselelerle karşılaştıkları zaman, mutlaka gelir, Hz.İmâm Muhammed Bâkır’a başvururlardı. Hz.İmâm da hiçbirini yanından tatmin edilmemiş olarak göndermezdi. Hepsinin de takıldıkları noktaları aydınlatmanın yolunu bulurdu ve onları kelimenin tam manâsıyla tatmin ederdi.

Hz.İmâm Muhammed Bâkır son derece güzel konuşurdu. Hemen hemen her sözünde derin hikmetler mevcuttu. Hz.İmâm’ı dinleyen, huzûrundan ayrıldıktan sonra da uzun müddet kendisini bu sözlerin tesirinden kurtaramazdı.

Mekkeli bilgin Abdullah bin Atâ;
“Bilginlerin, Muhammed Bâkır’ın huzûrunda küçüldükleri gibi, hiçbir kimsenin huzûrunda küçüldüklerini görmedim Hatem bin Uteybe’nin, toplumu içinde o kadar büyük, kadri o kadar yüceyken, onun huzûrunda, mualliminin huzûrundaki küçük çocuğa döndüğünü gördüm” demiştir.

Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın ilmi, sadece din işlerine inhisar etmiş değildi. Hz.İmâm, ilmin, bilginin her cephesiyle meşgul olurdu. Kendisine hangi konudan bir şey sorulacak olursa, cevâbını mutlaka doğru olarak verirdi.

Hz.İmâm Muhammed Bâkır, kendisinden yardım isteyen her fakire mutlaka yardımda bulunurdu. Açları doyurur, çıplakları giydirirdi. Kendisini ziyaret eden dost ve ahbaplarının bu ziyaretlerini, mutlaka iade ederdi. Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın meclisleri, bir çeşit ilim meclisleri olurdu. Burada bulunmak ve kendisinden feyiz almak, her kula nasip olmaz saadetlerdendi. Irak’ta olsun, Hicaz’da olsun, başka yerlerde olsun, yetişen din bilginlerinin çoğu kendisinden feyiz almışlardır.

Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, babalarının kurduğu gerçek ve ilâhi medreseyi devam ettirmişlerdir. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, kendisi senet göstermeden, yani rivâyet edicisinin adını zikretmeden bir hadîs-i şerifi okuduğu zaman, bunun sahih bir hadîs olduğundan kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü şöyle söylerdi; “Ben bir hadîs okudum, rivâyet edenini anmadım mı bilin ki onu mutlaka babamdan duymuşumdur. Babam da babasından, babası da ceddim Resûlullah’tan duymuştur.”

Bu şekilde rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden bir tanesi şudur:
“İşlerin zoru üçtür; Kardeşlerle mal hususunda iyi geçinmek, menfaat söz konusu olunca insanlara karşı insafla muamelede bulunmak, her durumda Allah’ı anmak.”

Tasavvuf inancını benimseyen ve kendini ibâdete vermiş olan Muhammed bin Münkedir; “Muhammed bin Ali’yi görünceye dek Ali bin Hüseyin’in, fazîlet yönünden kendi gibi bir halef bıraktığını ummazdım; ben ona öğüt vermek isterken o bana öğüt verdi” der ve şu olayı anlatır:

“Hararetim bastığı bir saatte Medine dolaylarında gezerken, Muhammed bin Ali’ye rastladım. Pek yorulmuştu, yanındaki iki kişiye dayanarak yürüyebiliyordu; adam akıllıda terlemişti. Ona, «Hâşimi ulularından olan senin gibi bir kişinin, bu saatte dünya için bu derece yorulmasını, hiç de doğru bulmuyorum» dedim. Hz.İmâm bu söz üzerine dayandığı kişileri itti, doğruldu da bana dedi ki:

«Vallâhi bu halde ölüm gelip çatsa, beni Allah’a edilen ibâdetlerden biriyle meşgul olarak bulur; çünkü bu halimle ben, kendimi senden de, bütün halktan da çekmişim, ehlimin-ayâlimin rızkı için çalışmaktayım; Ben, Allah’a karşı irtikâb edilen bir suçu işlerken, ölümün gelip çatmasından korkarım» Bu sözü duyunca; «Allah sana rahmet etsin» dedim; «Sana öğüt vermeyi isterken, sen bana öğüt verdin.»”

Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın zamanları, Ümeyye oğullarından Mervan oğlu Abdülmelik ile oğulları Velid ve Süleyman’ın, Abdülaziz oğlu Ömer’in ve yine Abdülmelik’in oğullarından Yezîd’le, Hişâm’ın saltanatlarına rastlar. Abdülmelik öyle bir kişiydi ki, kendisine saltanat müjdelendiği zaman, okumakta olduğu Kur’ân’ı Kerîm’i;“Bu seninle son görüşmemiz” deyip elinden bırakmıştı. Abdülmelik saltanata oturunca, amcasının oğlunu saltanatta kendisine rakip gördüğü için sarayına konuk çağırmış ve onu kendi eliyle öldürmüş sonra da Şam mescidinde minbere çıkıp; “Bundan böyle, kim benim yaptığım işe dâir bir soru sorar veya îtirâz ederse cevâbını ancak kılıçla alır” demişti.

Şimdi bu devirde bir de Şam’da olup bitenlere bakalım. Muâviye’nin kurduğu saltanat ne âlemde idi? Onun halefleri ne ile meşgul idiler? Ne yapıyorlardı?
Bütün bunları bilmek, akıl ve izân sahipleri için pek güzel bir mukayese imkânı hazırlar. Biz Hz.Ali’nin torunlarının nasıl yaşadıklarını birer birer anlatırken, Şam’da yaşanılan olayları anlatmamak ve unutmak insafsızlık olurdu.

Hz.İmâm Muhammed Bâkır’ın imâmlık makamına oturduğu zamanda, Şam saraylarında fesat ve ahlâksızlık son haddini bulmuştu. Hz.İmâm Muhammed Bâkır çekilmiş olduğu ilim ve fâzilet dolu köşesinden bu manzarayı hayret ve hatta dehşet içinde seyrediyordu. Muâviye’nin soyundan, Mervan’ın soyuna geçen bu sahte Emîr’ül-mü’minlik, halka zorla kabul ettirilmek isteniyordu. Bunlar; Şam saraylarında hükümdarlar gibi yaşıyorlardı ve her çeşit sefâhat hayatının içine adetâ gömülmüşler, boğulmuşlardı.

Bunlar; emirlerini ancak kılıç kuvveti ile gördürebildikleri için sadece buna tapıyorlar, bütün varlıkları ile sadece bunu benimsiyorlardı. Bunlarda; fâzilet, doğruluk, adâlet gibi kelimeler çoktan unutulmuş, iş düpedüz bir rezâlet, ahlâksızlık ve zulme dökülmüştü. Şam saraylarında, Ümeyye oğulları rezâlet ve sefâhat içinde hayat sürerlerken, Hz.Ali’nin torunları ise Medine’de büyük bir fâzilet içinde hayatlarını devam ettiriyorlardı.

Bu halîfelerin içinde yalnız Mervan oğlu Abdülaziz’in oğlu Ömer, bir istisna teşkil ediyordu. Bu zât Hicret’in 99. yılında saltanata gelir gelmez ilk iş olarak; Muâviye’nin koyduğu pis ve kötü bid’atı, Cuma günleri hutbelerde Hz.Ali’ye hâşâ, zem edilmesini kaldırdı ve yerine; Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyetin okunmasını emretti:
“Gerçekten de Allah adâlet ve ihsânla muameleyi buyurur ve yakınları görüp gözetmeyi emreder; kötü olan, yapılmaması buyrulan şeylerden ve azgınlıktan isyândan nehyeyler; düşünüp anlamanız içinde size öğüt verir.” (Nahl 90. âyet)
Abdülaziz’in oğlu Ömer, daha sonra Hz.Muhammed’in Hak’ka kavuşmalarından sonra Hz.Fâtıma’nın elinden alınan Fedek hurmalığını, Hz.Fâtıma’nın soyuna geri verdi. Sonra Ümeyye oğullarının gasbettikleri şeyleri tekrar onlardan aldı, Beyt’ül-mâl’e (Devlet Hazinesi) iâde etti ve hak sahiplerine de devlet hazinesinden verilen payda, eşitliğe riâyeti şart koştu.

Ümeyye oğulları, Abdülaziz oğlu Ömer’in yapmış olduğu bu hareketlerini hoş görmediler ve onu zehirlettiler. Abdülaziz oğlu Ömer, bu zehirlenme sonucunda Hicret’in 101. yılında vefât etmiştir.

Arap milliyetçiliği, Arap olmayan Müslümanların aşağı görülmesi, gayr-i Arap olanları büsbütün incitmedeydi. Halifelerin sorumsuzluğu, yahût adâlet sâhibi olsun, olmasın, onlara itâatin lüzumu hakkındaki rivâyetler, artık söyleyenlerin dillerinde ve yazılmış sahifelerde kalıyordu.

Hz.İmâm Hüseyin’in, mazlûm olarak din, îman adına, ümmetin selâmeti ve İslâm’ın, insanlığın özgürlüğü uğruna şehâdeti unutulmuyor, yer yer ayaklanmalarla, intikam almaya kalkışmalarla yeniden yeniye canlanıyordu.
Hicret’in 120.yılında, Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır’ın tasvib etmemesine rağmen, Hz.İmâm Zeynel Âbidin’in oğlu Zeyd, zamanın yönetimine karşı ayaklanmış; fakat onu şehit etmişlerdir. Hicret’in 125.yılında da Zeyd’in oğlu Yahyâ ayaklanmış; fakat o da şehit edilmiştir.

Bütün bu olaylar halka bir ibret olmuyordu. Kerbelâ fâciasını, Resûlullah’ın oğlunun şehâdetini, “Ehl-i Beyt’in” esaretini, Muhammed evlâdına revâ görülen zulümleri unutmayanlar için bir hatırlatma oluyordu. Kendilerine, Resûlullah’ın halîfesi ve mü’minler emîri lâkaplarını takanların sefâhatları, zulümleri, bu hatırlatmayı, en azından hoşnutsuzluk hâline getiriyordu. Ümeyye oğullarının kendi aralarında da hoşnutsuzluklar, hattâ ayaklanmalar başlamıştı; zulüm temelinin üstüne kurulan bu saltanat, artık çöküyordu.

Hz.İmâm Muhammed Bâkır, Ümeyye oğulları saltanatının son zamanlarında yaşamışlardır. Hz.İmâm; hükümetin bir yandan dıştaki, bir yandan içteki muhaliflerle uğraşmasından faydalanmışlar ve İslâm’ın gerçek esaslarını, ilmi, hikmeti yaymışlardır. Sahâbeden olup Hz.İmâm’ın zamanına ulaşanlardan ve tâbiinden birçok kişi, kendilerinden faydalanmışlar, rivâyetlerde bulunmuşlardır. Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır’ın bir de tefsirleri vardır.

Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, Hicret’in 114. yılı (Milâdi 733) Zilhicce ayının 7. günü Hak’ka kavuşmuştur. Hz.İmâm Muhammed’ül Bâkır, Ümeyye oğulları tarafından zehirlettirilerek şehâdet makamına ermişlerdir. Ömürleri 57 yıl, 5 ay, 7 gün’dür.

Hz.İmâm Muhammed Bâkır vasiyyetleri mucibince, Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık tarafından yıkanıp techîz ve tekfîn edilmişler, namazları da Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık tarafından kılınmıştır. Hz.İmâm Muhammed Bâkır, Medine-i Münevvere’deki Baki mezarlığında, babaları Hz.İmâm Zeynel Âbidin’in yanına defnedilmişlerdir.

Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’a intikal etmiştir.
En doğrusunu Allah bilir.

Vecîzelerinin Bir Kısmı

  • Allah o mümine rahmet etsin ki; dilini tutar da kötü söz söylemez. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak’kın kendisine verdiği sadakadır. Dilini tutmadıkça hiç kimse, günahlardan kurtulamaz.
  • Amel ancak bilgi ile beraber olursa makbuldür. Bilgi de amelle olur. Bilgi sahibine bu bilgisi, ameline kılavuzluk eder. Bilgisiz kişinin ameli ise beyhudedir.
  • Aşağılık ruhtaki bir kimsenin silâhı; kötü sözdür, iftiradır.
  • Bilgisinden faydalanılan bir bilgin, ibâdetle meşgul olan bin kişiden daha yararlıdır. Bir bilginin ölümü, şeytanı yetmiş ibâdet edicinin ölümünden daha çok sevindirir.
  • Bu dünyada bir büyük belâya çatmış bulunuyoruz. Zira bu halk, bizim göstereceğimiz yoldan başka Hak’ka giden bir yol bulamaz. Buna karşılık ne yazık ki; bunlar çok defa bizim sözümüzü dinlemezler.
  • Cenâb-ı Hak’kı her zaman aklınızda bulundurun; tâ ki sizleri görünmez kaza ve belâlardan korusun!
  • Doğru ve güzel sözü kim söylerse söylesin; bunu kabul ediniz. Varsın isterse bu sözü söyleyen sözünü tutmasın. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de; “Onlar ki doğru sözü dinlerler ve sözün güzeline uyarlar; Allah’ın doğru yola götürdükleri kişiler kendileridir.” buyurmuştur.
  • Doğruluk ve hidâyet kapısını bilene, onunla amel edenin ecri kadar ecir verilir. Onunla amel edenle, ecirlerinden de bir şey eksilmez. Buna karşılık sapıklık yoluna giden, bir sapıklık icat eden kimseye de, o sapıklıkla amel edenlerin işledikleri günah kadar günah yazılır. O sapık yolda gidenlerin günahlarından da bir şey eksilmez.
  • Eline fırsat geçer geçmez bundan âzâmi istifadeye sakın kalkışma! Fırsatçılık meydanı öyle bir meydandır ki, bu meydana düşenleri sonunda mahrumiyete götürür.
  • Gönül zenginliği gibi zenginlik yoktur. Gönül fukaralığı kadar da, fukaralık yoktur ve olamaz. En yüksek irfân, kendi kendini tanımaktır. İyi sıhhat kadar büyük bir nimet bulunamaz. Başarı kazanmak kadar âfiyet yoktur. Gayreti ve azmi uzattıkça uzatmak gibi yücelik olamaz. Dünya mallarına karşı isteği azaltmak kadar zahitlik yoktur. İnsaf kadar adâlet olamaz. Hevâ ve hevese uymak kadar günah işlenemez. Allah’ın farzlarını yerine getirmek gibi itâat yoktur. Akılsızlık kadar musîbet düşünülemez. İşlenen bir suçu küçümsemek kadar fena şey olamaz. Haksızlığa ve kötülere karşı savaşmak gibi üstünlük yoktur. Gönül isteği ile savaşmak kadar da savaş olamaz. Öfkeyi yenmek kadar kuvvet yoktur. Tamah etmek derecesinde alçalış da olamaz.
  • Gönülleri aydın olanlar, ka’tiyyen dünya işleri peşlerinde koşmazlar. Her zaman öteki dünyayı düşünürler. Onların kulakları, gökten gelen seslere açık, gözleri ilâhi nur ile doludur. Gökten gelen sesleri gönül kulağı ile dinlerler ve bunları sanki öz kulakları ile dinliyormuş gibi olurlar. Onların gönül gözleri ile gördüklerini, bayağı gözlerle görmek mümkün değildir. Ve neticede en temiz olanların makamlarına erişirler. Bunlar pak ve olgun dostlardır. Seni her zaman saâdet yoluna yolcu ederler. Sana her zaman fazîlet ve kemâl yolunu gösterirler.
  • Güler yüz ile tatlı söz; insana sevgi ve saygı kazandırır. Asık surat ile kötü söz ise, ancak nefret uyandırır. Böyleleri, insanları Allah’tan uzaklaştırır.
  • Günah işlemekten, sapık yollara düşmekten çekinin! İbâdette kusur etmeyin! Yalandan sakınıp ancak doğru söyleyin! Emanete ihânet etmeyin! İyi kimse olsun, kötü kimse olsun; size biri bir şey emanet etti mi, onu istediği vakit bunu kendisine geri verin! Bana Ali bin Ebû Tâlib’i öldüren bile bir şey emanet etseydi, bunu kendisine geri verirdim.
  • Her işinde doğru ol! Boş ve beyhude işlerle uğraşmaktan sakın! Düşmanından her zaman çekin ve dostunu da çekindir!
  • Her üstün ve iyi şeyden daha üstünü ve daha iyisi; adâlet ve ihsândır. Onun için Cenâb-ı Hak; adâlet ve ihsânı emreder.
  • İnsanın ilmi ile beraber hilmi de olması ne kadar güzel olur. Sabırlı ve bilgili olmak, fazîletlerin en üstünüdür.
  • İnsanın yüreğine az olsun, çok olsun bir defa kibir girecek olursa, bu kibir ne miktar girerse, aklı da o miktar da azalır.
  • İnsanoğlu için şu noksanlık yeter ki; Başkalarının kabahatlerini sayıp döktüğü halde, kendi kabahatini ve ayıbını görmez. Başkalarını kötü yola gitmekten men eder de, kendisi o kötü yolun yolcusudur. Ve hiçbir menfaati olmadığı halde, halka zulüm ve eziyet edilmesinden sevinç duyar.
  • Kardeşinde bile bulunsa, onda gördüğün fakat Allah’ın örttüğü bir kusuru söylemen fena bir şeydir. Onda olmayan kusuru söylemen ise iftiradır.
  • Kibirli ve gururlu olanlar ahmak bir cemâattir. Onların ahmaklıklarının ölçüsü, kibirleri ile mütenâsibtir. Yani ne kadar kibirli olursa o kadar ahmaktırlar.
  • Kullar, Cenâb-ı Hak’kın dergâhında duâ ettikleri zaman, bunu içten gelen huzûr ile yapmalıdırlar. Makbul olanı budur. İlâhi kaza ve belâyı, içten gelen duâdan başka hiçbir şey geri çeviremez.
  • Pişmanlık gözyaşları ile ıslanan yüzü cehennem ateşi yakmaz.
  • Şeref ve servet insanın vücudunda dolaşır. Nihayet sonunda tevekkül evine yerleşir. Orada karar kılar.
  • Şiâmız, yani “Ehl-i Beyt’i” sevenler üç kısımdır. Bir kısmı bizlerle geçinenlerdir. Bir kısmı sırça gibi çabucak kırılıp gidenlerdir. Bir kısmı ise kırmızı altın gibidir. Ateşe girdikçe, zahmet ile karşılaştıkça değeri artar.
  • Şu zât gözümde çok büyüktür. Çünkü dünya onun gözünde küçülmüştür.
  • Temizlik ve iffet kadar bir şey, Cenâb-ı Hak’kın indinde makbul değildir. Karnı haram lokma ile doldurmaktan ise aç bırakmak ve nefsi körleterek, başkalarının iffet ve namusuna tecavüz etmemek evlâdır.

Ayrıca Bakınız

Veysel’den Nutuklar

Ben giderim adım kalırDostlar beni hatırlasınDüğün olur bayram gelirDostlar beni hatırlasın Can kafeste durmaz uçarDünya …